25 Mart 2012 Pazar

Beni Sevdiğini Söyle


Cevdet babasının oğlu İstanbul’da okumaya başlayınca tuttuğu evde Zeynep ile oturuyordu, gri ve tatsız bir hava vardı İstanbul’da. Şu anda ikisi de niye o saatte evde olduklarını hatırlamıyordur, belki ders çalışmak için belki de oturup film izlemek için evdeydiler. Ayrıca neden cinsel ilişkiye sevgilisinden başka insanlarla giren bir arkadaşlarından bahsettiklerini de hatırlamıyorlardır. Fakat Zeynep, Cevdet’e “demek ki kız cinsel ilişkiden fazlasını istiyor ve oğlan da kızla ilişkiye giremediği için başka kızlarla giriyor ben bunu anlıyorum” dediğini hatırlıyordu.

Cevdet “e senin erkek arkadaşın başkaları ile beraber olmasına ses çıkarmaz mısın yani” dedi.

“Bence önemli olan aşk, cinselliğin önemi yok” diye cevap verdi Zeynep.

“Cinsellik aşkın en önemli parçası değil mi?” diye sordu Cevdet iki aydır beraber olduğu fakat cinsellik hakkında kendisinden çok farklı düşündüğünü yeni fark ettiği kız arkadaşının dediklerine şaşırarak.

“Yoo değil” dedi Zeynep, ama aslında “bilmem” diyen Zeynep’in bakışlarına bakarak Cevdet, Zeynep’e ayağa kalkmasını söyledi, kendisi de kalkıp sol eliyle Zeynep’in belini sardı ve kendine çekti, sağ eliyle uzun siyah ve bir ipek kadar yumuşak olan saçlarını kulağının arkasına attı, elini yanağına koyarak dudaklarını Zeynep’inkilerle birleştirdi.

“Açma” dedi “gözlerini”.

“Şuanda sadece senle ikimiz varız, bütün dünya bizim, ne bir kural var ne de başka bir insan”.

Zeynep kendini Cevdet’e yaslamış kollarını boynuna sarmıştı. Açmadı gözlerini. Bu haliyle güvende hissediyordu kendini, güven kokuyordu Cevdet. Yılardır hiç olmadığı kadar rahat hisseti kendini. Her şeyini seviyorum bu adamın diye düşündü içinden ama bunu birkaç ay daha söylemeyi düşünmüyordu, çünkü kendi koyduğu ama sağdan soldan duyduğu kuralları vardı. Sonra Cevdet’in yarattığı dünyaya koydu kendisini, Cevdet’in kolları kadar güvenliydi orası, kurallarına uymadığı için kimse ayıplamıyor ya da ceza vermiyordu o dünya da ne isterse onu yapabilirdi.

“Beni sevdiğini söyle” dedi Cevdet.

“Seni seviyorum” dedi Zeynep, azından çıkıvermişti daha aylarca söylemeyi düşünmediği iki kelime ama doğru geliyordu bu kelimeler.

“Bende seni seviyorum” dedi Cevdet, tekrar birleşti dudakları, vücutları. Zaman durdu, tek kişi oldular o anda, iki beyin, iki kalp, dört bacak, dört kolları vardı ama bir kişiydiler. Yıllarca sürsün istedi Zeynep o anın, yaşadığı dünyadan hiç çıkmak istemedi ama mecburdu çıkmaya, çıkınca tatilde en güzel fotoğraflarını yanına alır gibi aldı o anı zihnine Zeynep. Ne zaman isterse o ana bakabilirdi artık.

Yıllar sonra tekrar görmek istedi Zeynep o anı, çağırdı zihnini derinliklerinden ve bir göz yaşı ile birlikte geldi o an. Göz yaşı gözünden yanağına doğru düştü, silmek istemiyordu çünkü mutluluk vardı göz yaşının içinde, yıllardır hissedilmemiş bir mutluluk, o kadar yoğundu ki yıllarca birikmiş, taşarak gözünden çıkmıştı. Yanağından tekrar gözeneklerinden girsin istiyordu göz yaşı, kaybedilmeyecek kadar değerliydi o tek damla. Hayatın anlamı vardı o yaşın içinde, bütün hayatının en anlamlısı o an olduğunu anladı Zeynep. Diğer bütün anları atabilir sadece o anda sonsuza kadar yaşayabilirdi.


Eda

Lise ikide dershanede bir kız vardı. Ben kızı çekici bulmazdım ama benim peşimden ayrılmazdı. Tabi kızı üzmek istemediğim için de hoşlanmadığımı belli etmiyordum. Bir gün dershanede sana bir şey söyleyeceğim diye beni kimsenin rahatsız etmeyeceği iki kat arasındaki merdivenin ortasına götürdü. Gözümün içine baktı az bir tebessüm ile elemi tuttu, ben seni çok seviyorum dedi. Ben ne diyeceğimi bilmiyordum, çünkü ben sevmiyordum ve üzülmesini de istemiyordum ama cesaretine hayran kaldım, sanırım sırf bu yüzden üzecek bir şey söylememek için başımı eğip kızı öptüm.  Daha sonra nasıl görüşmeyi bıraktım, neler yaptı hiç bilmiyorum ama o an ikimiz için de güzeldi, hayatımdaki güzel anlardan biriydi.

5 Şubat 2012 Pazar

Asıl Adam



Asıl Adam sağlam adımlarla restorana girdi. Kendinden emin gibiydi, dışardan gören sanki hayatın anlamını bulmuş, artık bu dünyada bir amacı kalmamış ve bu dünyadaki son adımlarını atıyor zannederdi.
İlk Ölen’i daha kapıdan girer girmez gördü. Gözünü kırpmadan ve ayırmadan ona doğru yürüdü. Hiçbir şey demeden sandalyeyi çekti ve oturdu. İlk Ölen ile Asıl Adam gözlerini birbirine dikmiş hiçbir şey söylemeden ve yapmadan öyle oturmaya başladılar.

Asıl Adam küçükken abisi ile sık sık göz kırpma oyunu oynardı. Abisinin gözünün içine bakar ve ikisinden ilk kim gözünü kırparsa oyunu kaybederdi. Hiç kazanamazdı Asıl Adam, gözleri sulanır ve dayanamaz kırpardı, sonra abisi ile gülüşüp boğuşmaya başlarlardı.

Asıl Adam’ın abisi askerde şehit düştüğünden beri tek oynadığı oyun buydu. Fakat artık oyunu hiç kaybetmiyor ve kazandıktan sonra da gülmüyordu ama çoğu zaman oyunun sonunda bir boğuşma oluyordu, gülüşmeden.

İlk Ölen karşısında sıkı bir adam olduğunun farkındaydı. Karşısındaki korkusuzmuş gibi duruyordu, kendisi de korkmuyordu nede olsa onu öldürecek olan oydu ve bunu karşısındakinin bilmediğini sanıyordu. Fakat dayanamadı gözünü ilk kırpan o oldu. İlk oyunu kaybettiğinin farkında bile değildi gene de içine bir sıkındı girmişti. Neden olduğunu bilmiyordu ve önemsemedi.

“Çantayı getirdin mi?” diye sordu, gözünü kırpıp orta halli bir nefes aldıktan sonra.

“Getirdim” dedi karşısındaki, gözünü halen kırpmamıştı, bu durum İlk Ölen’i sinirlendirmeye ve daha çok korkutmaya başlıyordu.

“Peki, nerede?” diye sordu sanki karşısında bir çocuk varmış gibi. Ondan büyük olduğu için onu aşağılamaya çalıştı ama işe yaramadı.

“Arabada” dedi.

“E hadi götür o zaman” dedi.

Asıl Adam hiçbir şey demeden ayağa kalktı. Kapıdan içeri girdiğinden beri ilk defa gözünü İlk Ölen’nin üstünden ayırıyordu. İlk Ölen aşağılayıcı sahte ve kısık bir gülüş atarak Asıl Adam’ın ardından ayağa kalktı ve arkasından takip etmeye başladı. Asıl Adama sanki halen gözünü kırpmamıştı.


Abisinin cenazesi doğduğu köye gelmişti. Hiç ağlamadı, gözünü kırpmadan hareketsiz duran yeşil bir şeye örtülmüş tabuta baktı. Gözleri sulanmaya, görüşü bulanmaya başladı. Sonunda iki damla yaş yanağına düştü gözünden ve kırptı gözlerini.

“Yine sen kazandın abi.” dedi içinden. İlk defa o gün gülmedi oyundan sonra. Sessizce ağlamaya başladı. On beş yaşındaydı.

İlk Ölen Asıl adamın iki adım gerisinden restorandan çıktı. Park yerine doğru yürümeye başladılar. Asıl Adam gri bir mersedesin arkasına gelip bagajı açtı ve yana çekildi.

İlk Ölen sırtını hafifçe eğerek bagaja baktı, siyah bir çanta vardı.

“Hepsi içinde mi?” dedi İlk Ölen.

“Evet.” dedi Asıl Adam.

“Çantayı Aç.”  dedi İlk Ölen.

Asıl adam bagaja doğru eğilip çantayı sonuna kadar açtı.

İlk Ölen içindekini gördükten sonra, restorandan alıp gömleğinin bileğine sakladığı et bıçağını hızla ve sanki sıradan bir hareket yapıyormuş gibi Asıl Adamın karnına sapladı ve çevirmeye başladı. Kendini bildi bileli ilk öğrendiği şeydi bıçağı saplayıp çevirmek, bu sayede ölürmüş adam. Nedenini bilmiyordu, tersini denemek aklına gelmemişti bile.

Asıl Adamın karnını delip iç oranlarına saplanan sivri metalin çıkardığı ses olmasa hiç ses çıkmayacaktı. Asıl Adam sanki bıçaklanacağını biliyormuş ve bunu bekliyormuş gibiydi. Kotunun arka cebinde sakladığı çakıyı çıkardı ve İlk Ölen’nin boynuna sapladı. İlk Ölen ilk bir sesler çıkartır gibi oldu ama boğazına dolan kan yüzünden başka ses çıkartamadı. Diz çöktü olduğu yere, sonra yerde kıvradı bir süre daha sonra hareketsizleşti.

Hepsi çok uzun bir süre içerisinde olmuş gibi geldi Asıl Adama ama sorsan ne kadar sürdüğünü söyleyemezdi.

İlk Ölen yerde kıvranırken Asıl Adam ayaktaydı. Sırtını arabanın bagajına yaslamış, boynunu karnına bir bıçak saplanmış gibi eğmişti. Bıçağı çıkartıp arabaya bindi.


Asıl Adam telefonundan Sevgili’yi aradı. Telefon rehberinde zaten başka isim yoktu.

-Neredesin çok merak ettim.

-İlk seviştiğimiz yeri hatırlıyor musun?

-Evet.

-Beni gelip almanı istiyorum.

-Tamam ama…

-Bagajda senin ile oğlumuzun geleceği var. Oğluma iyi bakmanı, beni hiç unutmamanı, oğluma beni anlatmanı istiyorum ve sakın silahla yaşamasın. İnsan neyle yaşarsa onunla ölüyor.

-Niye böyle konuşuyorsun? Ne oldu?

-Oğluma abimin ismini vermeni istiyorum.

-Sevgilim… Sevgilim…

Sevgili bağırma ile ağlamayı bir arada yapıyordu ama Asıl Adam sanki hiç duymuyormuş gibi ses çıkarmıyordu. Telefon Asıl Adamın elinden arabanın zeminine düşmüş, Sevgili’nin bağırış ve ağlamaları yerden arabanın içine doğru yayılıyordu.

Asıl Adam Sevgili ile ilk seviştikleri yer toplu konutların yanında şehre yukardan bakan bir tepeydi. Geceleri şehrin ışıkları oradan izlerler ve ikisi de konuşmadan şehri kimsenin dokunmadığı bir makineye benzetirdi.

Asıl Adam gözlerini bu sefer ilk seviştiği manzaraya dikti, ne bir ses nede bir nefes vardı. Gözünü hiç kırpmadı.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Aşk üzerine...


Bir keresinde bir kız arkadaşın kendisine yazan çocuğa neden yüz vermiyorsun soruma, kendi de hoşlandığı halde,  insan aşkı için uğraşmalı demişti. Aynı şekilde başka bir erkek arkadaşım, çabalamadan sevgili olduğum kızlara âşık olamıyorum demişti. Aşk kavramı kişiden kişiye değişiyor olmalı, çünkü bence insan aşkı için acı çekmemeli. Niye çekip, çektiriyorsunuz ki, aşkın güzel bir şey olması gerekmiyor mu?

Çok fazla âşık olduğum söylenemez hatta âşık olup olmadığımdan emin değilim. Aşk kavramı benim kafamda, yoğun yaşanan sevgi olarak kayıtlı. Sanırım bu sebeple aşkın sıkıntılı bir şey olmaması gerektiğini düşünüyorum; zaten kime sorsanız ne aşkı ne de âşık olan insanın ruh halini tanımlayabilir. Aşk, herkese ve her şeye karşı olabilir. Temelinde sevgi vardır. Hatta öyle yoğun olur ki bu sevgi, sevgilinizle iki kişi değil artık birsinizdir, nasıl insan kendi davranışlarını ayıplamıyorsa sevgilisinin davranışlarını da ayıplamaz. Âşıkken her şey paylaşılır, özeliniz iki kişiliktir artık.

Bu güzel duyguyu yaşamak çileli olmamalı. İnsan sevdiği kişiye seni seviyorum demeli. Bir kişiyi sevip sevmediğin üzerinde fazla düşünmeye gerek yok, sevdiğini söylemek için ayların yılların geçmesini beklemek hayatta nadir çıkan fırsatlara hayır demek gibi gelir bana.

Sevgi ölçülebilir, ama çokluk veya azlık olarak değil, daha çok bilgisayar dilinde olduğu gibi ikili kod gibidir; ya seviyorsundur ya sevmiyorsun. Sevgiyi ölçmek için ise, başka insanların seni rahatsız eden durumları, o kişide seni rahatsız edip etmediğine bakılarak ölçülebilir. Örneğin, başkalarının ter kokusundan rahatsız olup o insanların yanında bulunmak istemiyorsundur, fakat sevdiğin insanın ter kokusu bir başkasının kokusu değil de seninmiş gibi geliyorsa o kişiyi seviyorsun demektir. Yani, ilişkiler pis kokularla ölçülebilir. İlişkinin ilk başlarında insanlar sanki vücutları dışkı üretmiyormuş gibi davranır, fakat zaman geçtikçe daha fazla saklanamaz. Eğer bu durum yüzünü ekşitmek yerine hafif bir tebessüm veriyorsa âşıksın demektir.

17 Ekim 2010 Pazar

İstanbul Hatırası

Ahmet Ümit'in son kitabı İstanbul Hatırası. Uzun zamandır en çok satanlar listesinde. Benim bu kitabı okuma sebebim aslında ilk olarak çok satması değil, polisiye romanları sevmem ve İstanbul hakkında çok az şey bildiğimi düşünmem. İstanbul'a gidince Sultan Ahmet'ten ve Taksim'den başka gezecek yer bilmiyorum. Onların da tarihi hakkında yeterli bilgim olmadığı için gezmekten zevk alamıyorum.

Yazarın daha önce iki kitabını okudum; "Sis ve Gece" ve "Patasana". Bu roman da Patasana gibi tarihi ögeler içeren bir roman. Ahmet Ümit artık Türk edebiyatında kendini kanıtlayarak sağlam bir yer elde etti diye düşünüyorum. Tek sıkıntı hani çok acayip çığır açan bir yazar değil ama kitapları güzel okuması keyifli, ayrıca romanlarının içinde karakterleri ile ilgili o kadar ilginç hikayeler var ki aslında o hikayeler bile tek bir kitap olabilir. Tek sorun bazen kitabın ortasında konu uzuyor ve sıkılmaya başlıyorum, fakat sonu o kadar ilginç beklenmedik şekilde bitiyor ki, kitabı bitirdikten sonra "ne güzel kitaptı!.." diyorsunuz.

İşte İstanbul Hatırasından bir bölüm:
"..."Eminim dosyasını okumuşsunuzdur." Sesinde gerginlikten çok tedirginlik vardı. "Emniyette kalınca bir dosyası varmış... 12 Eylül döneminde hapiste yatmış..."
"Biliyorum. İki polisi yaralamış, biri ölümden dönmüş."
"Polisler de onu vurmuşlar..." Birden yanlış yaptığını an­ladı. Ses tonunu alçaltarak toparlamaya çalıştı. "Namık da ölümden dönmüş. Mermilerden biri hâlâ omurgasında. Yete­nekli cerrah arkadaşları olmasına rağmen cesaret edip alamı­yorlar. Hâlâ felç olma tehlikesi var."
Önce Namık'ın yüzü canlandı aklımda, alaycı ama kendin­den emin bakan gözleri. Sonra geçmişin sisleri arasında hep canlı kalan bir olayı hatırladım. Genç bir adamın ölümünü. Genç bir cesedin, bana bunu nasıl yaptınız, diyen bakışları­nı. Bayrampaşa'da bir fabrikanın önündeydi. O fabrikayı hiç unutamam. Fabrikanın demir kapısının arkasına gizlenmişti delikanlı. Afişleme yaparken sıkıştırmıştı bizimkiler. Eyleme çıkan grubun güvenlikçisiydi güya. Cinayet masasının işi de­ğildi ama ülkede sıkıyönetim vardı. Ve askeri yönetim bütün polisleri adeta içtimaa çağırıyor, trafikteki meslektaşlarımız dahil, hepimizi siyasi şubedekiler gibi çalıştırıyordu. Koca İstanbul, sıkıyönetim komutanlarının av sahasına dönüştü­rülmüştü. Bizler de av köpeklerine... Bir yerde olay mı çıktı, kim varsa civarda, hepimiz gitmek zorunda kalıyorduk ora­ya... İşimiz gücümüz, adına terörist denilen gençleri avlamak olmuştu. Gerçekten de teröristler miydi, çok kuşkuluyum. Generaller kendilerine karşı olan herkesi terörist ya da vatan hani ilan etmişler, bizim teşkilatı da bu insanları yakalamak, işkence ederek ifadelerini almak ve içeri atmakla görevlendirmişlerdi. . Bazı onurlu polis müdürleri hiç hoşlanmıyordu bu işten ama çoğunluk büyük bir hevesle işbirliği yapıyordu askerlerle. Neyse, o delikanlı fabrikanın demir kapısının ar-dmdaydı. Megafonla dışarı çıkmasını söyledik. Önce kararsız kaldı. Biraz zorlayınca razı oldu. Kapıyı aralayarak dışarı çık­tı. Elinde bir tabanca vardı ama silahı yere doğru tutuyordu. Silahını at demeye kalmadı, yanımdaki polis, soru bile sor­madan ateş açtı. Delikanlı da paniğe kapılıp karşılık verdi. Daha ilk atışta vuruldu meslektaşımız. Bizimkiler hep birlik­te asıldılar tetiklere... Rüzgâra tutulmuş yaprak gibi sarsıldı delikanlı. Sanırım daha ayaktayken ölmüştü... Boş bir çuval gibi yıkıldı bedeni. Yanma gittim. Geniş alnının altındaki iri, menekşe rengi gözlerinde yarıda kalmış bir hayatın derin ke­deri değil, bana bunu nasıl yaptınız, diyen genç bir adamın şaşkınlığı okunuyordu. Kimliğini aldım, Işık Sarıcan yazıyor­du. Doğum tarihine baktım. Daha on altı yaşındaydı."

15 Ekim 2010 Cuma

Erken Kaybedenler...


Ben edebiyattan anlamam ya da anlamak için yeterli kitap okuduğumu sanmıyorum. Edebiyat o kadar korkutulan bir konudur ki edebiyattan anlıyorum diyebilmek için bütün Türk ve dünya klasiklerini okumuş olmak gerektiğini düşünüyorum. Fakat edebiyat aynı müzik gibi bir sanat dalı, nasıl müzik dinlemek için tüm klasikleri dinlemiş olmak ya da çalışmış olmak gerekmiyorsa, edebi bir eseri zevk alarak okumak için de tüm klasikleri okumaya gerek olmamalı.

Her ne kadar edebiyattan anlamasam da son zamanlarda okuduğum bir yazar çok iyi bir edebi eser olduğunu düşünüyorum. Bu yazar şimdiye kadar üç kitabı olan Emrah Serbes. İlk iki kitabı Ankara'da geçen polisiye roman, diğer kitabı ise kısa öykülerden oluşuyor.

Tüm klasikleri okumamış olmama rağmen ben bu üç kitabın birçok klasik kitaba tercih ederim, özellikle son kitabı çok güzel. Tüm kitapları o kadar akıcı ki, bir kerede okunuyor. Fakat akıcı olması tek özelliği değil, anlatılan olayda hayatın içinden o kadar güzel parçalar var ki kitabı okumaktan büyük zevk alıyorsunuz.

İşte son kitabından bir parça:
“… kıraathanenin önünden geçerken babam çağırdı. Boş bir masaya oturttu beni.
“Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?”
“Hangisini?”
“Otomatik yanan, sensorlu lamba.”
“Komşu görmüş. Yalan söyleme. Süpürge sapıyla kırmışsın dün gece.”
Önüme baktım.
“Neden kırdın?”
Cevap yok.
“Hasta mısın evladım? Söyle bana neyin var, neden kırdın lambayı, yapma böyle…”
“Kırdımsa kırdım ne olacak! Çok mu değerli?”
“Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım, lamba kim? Yöneticiye de dedim. Lambanızı sikiyim kaç paraysa veririz. Sen değerlisin benim için.”
“Beni görünce yanmıyordu baba.”
“Nasıl ya?”
“Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni.”
“E beni görünce de yanmıyordu bazen, böle el sallayınca havaya, o zaman yanıyor.”
“Hadi ya! Sahiden mi?”
“Evet. Ucuzundan almışlar bizle bir alakası yok.”
Babama sarıldım, yıllar sonra.”

Bu arada starda yayınlanan Behzat Ç. adlı dizi polisiye romanındaki karakterin ismi. Dizi kitaba sadık kalınarak çekilmiş bence fena da olmamış.

İlk yazı

İlk yazım hadi bakalım :)

Erkek ile kadının fiziksel özellikleri dışında eşit olduğunu varsayalım. Bu varsayım tüm insanları cinsiyetsiz bir insan olarak görmeyi gerektiriyor, yani birey kadın da olsa erkek de olsa aptal da olabilir akıllı da, güçlü de olabilir, zayıf da, yani bir genelleme yapılamadan tüm insanlar eşit diye düşünelim. Benim anlayamadığım konu bazı insanlar erkekleri neden çekici bulur. Geçen gün bu konuyu bir kız arkadaşımla konuşuyordum, o da bana katıldı. Yani, kadınlar fiziksel olarak erkeklerden çok daha güzel, en yakışıklı erkek bile bence bir çok kadından daha çirkindir. Gerçi çirkin olduğu halde etkileyici bir çok sanat eseri vardır ama yinede güzel olan hemen anlaşılır.

Beklide asıl sorun neyin çekici gelip neyin çekici gelmediğinde olabilir. Bir keresinde internette okuduğum bir makale (şimdi bulamadım) yuvarlak yüzü olan insanların daha az çekici, Süpermen çenesi gibi yüzü olan insanların daha çekici olduğunu söylüyordu. Belki bu yüzden insanlar zayıflayınca daha çekici hale geliyorlar, yüzlerinin şekli ortaya çıktığı için.



















Sol tarafta bulunan resimler, genel olarak çekici olan insanların yüz şeklini temsil ediyor, sağ taraftakiler çekici olmayan insanları.




Neden bazı insanların erkekleri çekici bulduğunu herhalde hiç öğrenemeyeceğim. Sanırım bu durum bizim genlerimizle geçmişlerimizden miras aldığımız bir özellik. Yine de yuvarlak suratlı insanları birçok kişinin çekici bulmadığından eminim.